Sabahtan beri ağlıyorum.
Telefon ekranı her açıldığında, ciğerime işleyen görüntülerle karşılaşıyorum. Yanan ormanların çığlıkları kulağımda çınlıyor. Gökyüzüne yükselen alevler sadece ağaçları değil, içimdeki umudu da sarıp sarmalıyor. Dallarla birlikte içim de kırılıyor, köklerle birlikte ben de tutunduğum yerden kopuyorum.
Küçük oğlum Uras fark etti halimi.
“Anne,” dedi, “sen kaç gündür telefona her baktığında ağlıyorsun… duygulanıyorsun… Neden?”
Boğazıma oturan o yumruyu anlatabilmek kolay olmadı. Kelimeler önce sustu, sonra yutkuna yutkuna bulmaya çalıştım cümleleri.
“Ülkemiz yanıyor oğlum,” dedim. “Ağaçlar, hayvanlar, ormanlar… hepsi can veriyor.”
Ama bu sadece buzdağının görünen kısmıydı.
Anlatamadım ona Gazze’de açlıktan ölen çocukları…
Çığlıkları bile duyulmadan, gözümüzün önünde, dünya susarken yok edilen kadınları, bebekleri, hayatları…
Anlatamadım, çünkü bazı acıların adı yoktu.
Bazı gerçekler bir çocuğun kalbine ağır gelir diye yutkunulur.
Ama ben sustukça içim konuştu.
İçim ağladı.
Ne zaman doğaya bir kötülük yapılsa, bir çocuk aç kalsa, bir kadın susturulsa, bir halk görmezden gelinse… kalbimden bir parça eksiliyor.
Bir anne olarak, bir insan olarak…
İzlemekle yetinememek, değiştirememenin çaresizliği… Bu da bir yangın. Sessiz, görünmeyen, içten içe yakan bir yangın.
Ama hâlâ gözyaşım var.
Bu, hâlâ insan olduğumun kanıtı.
Uras’a baktım sonra.
O gözlerde umut vardı.
Ve içimden şöyle dedim:
“Evet oğlum, dünya acı içinde ama biz ağlayabiliyorsak hâlâ, demek ki iyilik de yaşıyor içimizde.”
Bazen sadece bir annenin gözyaşı, bir ormanın külleri kadar gerçektir.
Ve bazen, ağlamak bir dua olur.
İnsan kalabilmek için.
Bir Yorum Bırakın